1.Bölüm İkinci Eylül

14 Haziran 1975 Cumartesi, Beşikdüzü, Trabzon. (Ertesi gün)

Hüzün ağırlıklı, uzun ve yorucu bir yolculuğun ardından, geç saatlerde köyüne varan Meral, annesi ve kardeşleri ile sabahın ilk ışıklarına kadar hasret giderdi. Arkadaşlarından ayrıldığında yaşadığı üzüntüyü sabaha kadar annesine sarılarak, neredeyse yirmi dört saatlik uykusuzluğun yorgunluğunu ise öğlene kadar uyuyarak hafifletmeye çalıştı. Üç yıllık sağlık okulu serüveninin son bulduğu günün ertesi, cumartesi, mis gibi bir hava ve öğlen güneşinin -annesinin artık uyanması için perdesini özellikle açtığı- camdan süzülerek gözüne vurduğu o an. Uyandı, istemsizce gülümsedi ve iki kolunu yana gerdirip uzunca süre esneyerek yeni hayatına merhaba dedi.  

1 Eylül 1975 Pazartesi Beşikdüzü, Trabzon.  (78 gün sonra)

Belki bir, belki de altı ay sonra gelebilir denilen atama yazısını bekleyerek iki buçuk aydan fazla geçti. Ki belirsiz bir zamanı beklemenin, sayılı zamanı beklemekten çok daha meşakkatli olduğu aşikârdı. Tek tesellisi babasının ağustostan sonra çıksın da hasatta bize yardım edersin temennisinin gerçekleşmiş olmasıydı. Hatta gerçekleşen bu temenninin çok daha üst seviye bir memnuniyete dönüşmesi için dişini tırnağına takmaktan geri kalmadı.

Bugün çok ta kesin olmayan verilere göre on sekizinci doğum günüydü. Gözlerden ırak bir köşede yaşadığı on sekiz yılı düşündü. Tüm yaşamı annesine, son üç yılı için babasına tekrar tekrar dua etti. Sonra gökyüzüne baktı tekrar. Ellerini biraz daha açarak Allah’a yalvarışını sürdürdü.

“Allah’ım. Üç yıl önce eylül ayında bana yaşattığın başlangıcın benzerini, benim ve ailem için en hayırlısını nasip eyle. En sevdiğim ay eylül. Lütfen bana ikinci eylülümü yaşat. Âmin.”  

11 Eylül 1975 Perşembe Beşikdüzü, Trabzon.  (10 gün sonra)

Hasattan bir ay sonra, toplanan fındık ayıklanmış, iyice kurutulmuş ve nihayet satışa hazır hale gelmişti. Saat dokuz gibi çuvallar halinde yüklenerek Beşikdüzü Nahiyesine doğru yola çıkarken, Meral de belki bir umut, babasını ikna etti ve kamyonetteki yerini aldı. Kadir Bey engellemeye çalışsa da tüm yolculuk, dayının dükkânına oyalanmadan gitme telkinleri ile geçiyordu.

“Baba dayımın dükkânına ne zaman gideceğiz?”

“Biliyorum çok heyecanlısın, lakin biraz sabırlı olmalısın kızım. Sabret, satacaklarımızı satalım, alacaklarımızı alalım. Dayın her zaman bizim son durağımız unutma.”

“Belki de hayatımın geri kalanının nasıl şekilleneceğini öğreneceğim bir habere ulaşma konusunda senin kadar soğukkanlı olamıyorum baba, beni affet lütfen. Yani sadece heyecanlı değilim. Ne var sanki bu kez son değil de ilk gitsek?”

“Seni anlıyorum kızım. Tamam, en kısa sürede diyelim. Bak bu kamyonet beklemez, direk tüccara gideceğiz. İşimizi halleder hızlıca dayına geçeriz anlaştık mı?”

“Anlaştık.”

İşlerini bitirip yorgunluktan bitap bir halde Alaattin Bey’in dükkânına doğru yürümeye başladıklarında saatler ikiyi, bir anlamda da Kadir Bey’in anlaşmaya pek uyamadığını gösteriyordu. Zira tüccardaki uzun boşaltma sırası gibi elde olmayan sebepler nedeniyle, dört saatlerini birkaç metre karede dönüp anlamsızca dolaşarak geçirdiler. Bu telaş, sabah altıda yarım yamalak kahvaltı yaptıkları düşünüldüğünde, her ikisinin de boğazından sekiz saattir bir şey geçmediği gerçeğini unutmalarına neden olmuştu. Dükkâna vardıklarında ise en azından Meral için yorgunluk hissinin yerini, sanki onların gelmesini bekliyormuş ve görünce koşarak yazıhaneden zarfı alıp uzatacak bir dayı beklentisinin naif heyecanına bıraktı.

“Hoş geldin Kadir. Hoş geldin kızım.”

“Hoş bulduk Alaattin. İşler nasıl?”

“Bu günümüze şükürler olsun.”

“Üç yıl önce yine bu zamanlar fındığı sattıktan hemen sonra sana gelmiştim hatırladın mı?”

“Fındığı sattın mı? Bereketli olsun.”

“Eyvallah.”

“Kapım her zaman açık bilirsin. Üç yıl önce de gelmişsindir elbet, lakin hatırlayamadım. Ne olmuştu ki?”

“Meral’in Çorum Sağlık Okulunu kazandığı zarfı vermiştin.”

“Ha evet hatırladım şimdi. Zaman ne çabuk geçiyor değil mi Kadir? Daha dün gibi, bak Meral’ime büyüdü de meslek sahibi oldu maşallah.”

“Diyorum ki belki de bu kez Meral’in atama yazısı için yeni bir zarf gelmiştir. Ha ne diyorsun? Gelmiş midir?”

“Hay Allah, bendeki de kafa ha. Kusura bakmayın ne olur, işlerin yoğunluğundan aklımdan çıkıvermiş olabilir. Birkaç zarf gelmişti, hemen bakıyorum.”

Meral’in tansiyonu iyiden iyiye düştüğü için gözünün önü kararmaya başlamıştı. Heyecandan mı, açlıktan mı bilinmez, midesi de bulanıyordu. Dayısının her hareketini kısık gözler ile zor da olsa takip etti. Camlı kapının arkasından çekmeceyi açışı, karıştırışı ve olası değişik bir yüz ifadesi… Eğer bir zarf varsa tepkisinin farklı olacağı belliydi. Peki neden? Birkaç saniye sonra sonucu netleşecek bir durum için neden bu kadar kasılıyordu? Zihni karıncalansa da buna anlam vermeye çalışmaktan kendini alamadı. Çok değil beş on saniye sonra yazıhaneden çıkan dayısının elinde bir zarf ile “Evet varmış.” dediğini duyduğunda, tüm bu hissettiklerinin fizyolojik olarak bir kıymeti de kalmamıştı. Zira baskıya daha fazla dayanamayan bünyesi olduğu yere yığılıp kaldı.

Yüzü bembeyaz olmuş kızını sırtından tutarak kucaklayan Kadir Bey ve yeğenini bu halde gören dayısı çok korkmuştu. Alaattin Bey heyecanla yanlarında eğildi ve önce parmaklarıyla göz kapaklarını açarak göz bebeklerini sonra bileklerinden nabzını kontrol etti. Kendinden emin bir tıbbi müdahale yapıyor havası vardı. Kadir Bey’e dönerek “Aç mı?” diye sorup “Tabi ya.” cevabını aldığında teşhisi çoktan koymuştu. Hemen kendi elleriyle ekmek ile peynir, zeytin yedirmeye çalıştı. Arkasından yüzüne çalınan limon kolonyası ve içtiği tuzlu ayran ile yavaş yavaş kendine gelen Meral’in bir süre sonra kirece dönmüş rengi de düzelmişti.

“Neresi baba?”

“Kızım sen baygınlık geçirirken biz oturup zarfa mı baktık sanıyorsun?”

“Tamam, geçti baba. Bakabilirsin artık.”

“Dur, iyice kendine gel önce, zarf kaçmıyor ya. Bu arada özür dilerim kızım. Telaştan mıdır bilmem yemek olayı tamamen aklımdan çıkmış. Sabahtan beri seni aç aç gezdiriyorum, çok üzgünüm.”

“Sorun değil baba, peynir ekmek iyi geldi. Zarfı açsak mı?

Alaattin Bey, Meral’in kendine geldiğini görünce bir oh çekti ve Kadir Bey’in omzuna geçmiş olsun anlamında birkaç kez dokundu.

“Tamam, yemek işi bende, kimse itiraz etmesin. Şimdi hepimize Söğütlü Bayfırından şöyle bol tereyağlı mis gibi Trabzon peynirlisi söylüyorum tamam mı? Yanında köpüklü köy ayranıyla ha, nasıl fikir? Siz oturun ben hemen Adem ustaya pideleri söylüyorum. Kadir, sen de kız yeniden bayılmadan şu zarfı açacaksan aç hadi.”    

Pide ısmarlama fikri, sonrasında yapılan latife ile birleşince ortam biraz olsun yumuşamış, yüzlerde bir tebessüm oluşmuştu. Babası nihayet sarı ve mühürlü zarfı tekrar eline aldığında beklenti, göz ucuyla yazının hızlıca taranması, içinde geçen altmış yedi ilden birinin isim tespiti ve hemen arkasından hızlıca ilanıydı. Babası ise tam aksine uzun bir mektubun her satırını, her cümlesini, her kelimesini sanki anlamaya çalışırcasına okuyarak süreci sanki özellikle uzatıyor gibiydi.

“E hadi baba. Destan mı göndermişler?”

Kadir Bey’in gözleri doldu. Atandığına sevinmeli miydi? Uzak olduğuna üzülmeli mi? Bilemedi. Merakla bekleyen o gözlerin içine baktı ve sesinin titrememesi için birkaç saniye daha bekledi.

 “Hayırlı olsun kızım. Zonguldak.”

Devamı Yakında önce burada, sonra tüm seçkin dijital kitabevlerinde..