3 ay sonra…

1. Sınıf 1. Dönem sonrası ilk karne tatili.

27 Ocak 1973, Cumartesi, Çorum.

Yatılı okul serüveni başlangıcından bu yana yaklaşık dört buçuk ay geçmişti. İki hafta da olsa karne tatili vesilesi ile uzun süre ayrı kaldıkları memleket ve ailelerine nihayet kavuşacaklardı. Meral evinden ilk ayrıldığı ve babası ile otobüse bindiği o günü, yolculuk esnasında camdan ilk kez gördüğü yenidünyayı şaşkınlıkla izlemesini ve kendini konumlandırdığı yerden kurduğu hayalleri hatırladı. Başlangıcı korktuğunun aksine tahmin ettiğinden çok daha iyi olmuştu. Dostları ve birbirinden değerli öğretmenleri ile sevdiği mesleği edinme yolunda geleceğe umutla bakabildiği için ne kadar şanslı olduğunu düşünerek gülümsedi.

 Okul, karne ve yaz tatilinde öğrencilerini memleketlerine kendi tuttuğu araçlar ile tek tek bırakıyor, tatil bittiğinde yine bıraktığı yerden toplayıp okula geri getiriyordu. Aileler için bu toplu taşıma hizmeti bulunmaz bir nimetti. Zira çocuklar ya ebeveynleri tarafından alınacak ya da kendi imkânları ile terminallere gidip evlerine döneceklerdi. Her iki durum daha önce yönetim tarafından deneyimlenmiş ve yatılı okul sorumluluk ilkesine uygun olmadığı kanaatine varılarak mevcut yöntem tercih edilmişti.

Şarkılar eşliğinde eğlenerek gidecekleri bir piknik seyahati misali heyecanla bekleyen talebeler, bir yandan da farklı araçlara binecek diğer arkadaşları ile bahçede vedalaşmaya başladı. Hepsinin yaşadığı ortak ayrılık hüznü, kısa da olsa sıla hasreti sevinci ile birbirine karışmıştı.

Meral’in de içinde bulunduğu Karadeniz güzergâhı servisi sabah yedi gibi yola çıktı. Daha henüz Çorum sınırları içindeyken cama kafasını dayayan Meral, arka fonunu kış güneşinin parlattığı o bembeyaz kar kaplı tarlaların oluşturduğu hayal denizine, gözleri kapalı, yarı hayal, yarı rüya çoktan dalmıştı.

Babasını düşündü önce. Kadir Bey. Bölgenin en iyi tüfek ustalarından biriydi. Bu işten anlayanların çoğu, onun için en iyisi derdi. Evin üst katında, merdivenlerden çıkınca ön bahçeye bakan küçük bir atölyesi vardı. Kendine has ince dipçik işlemeleri adeta bir sanat eseri gibi ilgi görüyor, namı kulaktan kulağa giderek yayılıyordu. Haftada ancak iki tüfek bitiriyor ve ısrarla kendine aradan sipariş vermek isteyenleri, kaliteyi bozmamak için geri çevirmek zorunda kalıyordu. Babasının ustalığı gerçek bir gurur kaynağıydı. Atölyesinde çalışırken onu izlediği ve alnından damla damla akan teri mendiliyle sildiği anı hatırladı. Kadir Bey tüm bu yoğun çalışma temposunda atölyesine kapandığında çiftliğin asıl faaliyetini, ana iş yükünü can yoldaşı, hayat arkadaşı yürütüyordu: Mevlide Hanım.

“Annem.” İki haftayı doludizgin ve ailesine, özellikle de annesine faydalı geçirmek istiyordu. Annesine daha fazla vakit ayıracağına dair kendine söz verdi. Çünkü ona yetmediğini düşünüyor, hep biraz eksik kaldığını hissediyordu. Bu endişenin altında, babasından çok daha fazla olduğu aşikâr otoritesine duyduğu saygının yanında keskin kurallarına duyduğu adanmışlık yatıyordu. “Cefakâr annem,” dedi içinden, “Canım annem.” Bağ bahçeyi ekip biçme, hayvanların bakımı, yemek ve çocuklar derken geriye kalan asıl çekip çevirme işini ancak ev ahalisine paylaştırarak yetiştirebiliyordu. Kimin ne iş yapıp yapmayacağını, kimin kaytardığını biliyor, herkese gayreti ve yeteneğine göre iş dağılımı yapıyordu. Çalışırken konuşmayı pek sevmezdi, az laf çok iş ister, beklediği hızda ve kalitede bitirilmez ise fena kızardı. Çok çalışkandı. Herkesin kendisi gibi olmasını beklediği için çoğunlukla mutsuzdu ve etrafına eleştirel gözlerle bakardı. Bazen kendi kendine mırıldanır ama çoğu zaman lafını esirgemez, gediğine oturtmasını bilirdi. Kırk üç yıla sığdırdığı her ne varsa, boşa koyduğunda dolmayan ya da doluya koyduğunda almayan, Mevlide Hanım’ı çok yordu. Bir Karadeniz köyünde kadın olmak, onca fiziki zorluk ile mücadele etmek elbette başlı başına yorucuydu. Lakin onu asıl yoran, çocukları ve eşine karşı hissettiği sorumluluk yüküydü. Bu yük hayatına birçok güzel şey katarken, yüzündeki çizgilerden, dik duramadığı belinden ve ağrıyan dizlerinden belli ki birçok şey de götürmüştü. Dile kolay, herkesin kendi zorluğunu kendi yaşadığı on sekiz yıl. Belki aşırı sevgi dolu, muazzam şefkatli bir anne görüntüsü çizmedi. Hatta tam tersi, otoritesini desteklercesine sergilediği sert mizaç etrafa tartışılmaz bir korku salıyordu. Belki de dönemin o akla gelmeyecek tüm zorlukları ile mücadelede, başka çaresi olmadığını düşündüğü için yumuşayamıyordu. Sarılmak istese de bir türlü yapamaması, duygusallaştığında yumruklarını sıkıp oradan uzaklaşması hep bu nedendendi.

Kadir Bey’in eğitimi destekleme gayretinin özünde, kız çocuklarının aydınlık bir gelecek kurmaları için, önce kendi kaderlerine yön verecek özgürlüğe sahip olmaları arzusu yatıyordu. Onların bu özgürlük mücadelesine, ömrünün hatırı sayılır bir kısmını adamaktan çekinmedi. Düşünmesi bile engebeli bu yola çıkarken, mahalle baskısına boyun eğerek aynı safta durmaktan imtina edecekler kadar, karşı durup önüne bent çekeceklerin de olacağını biliyordu.

Mesajı çok netti: “Yalnızca bitirmiş olmak için başlama! Yeteneğinin üzerine git ve sınırlarını zorla! Her ne iş yapıyorsan, en iyisini, korkmadan, zevkle yap. Ne pahasına olursa olsun adil ol. Dünyayı, ülkeni ve aynı yolda yürüdüklerini iyi tanı. Ufkun hep geniş, gözün hep açık olsun! Liyakat sahibi olarak, edindiğin donanımı ülkenin menfaatleri için kullan. Ve buna ihtiyacı olduğunu sakın unutma!”

İnandığı davasına adanmış bir hayatın, tartışmaya mahal vermeyecek keskinlikte öngörüsü düşünüldüğünde, Meral’in bu nasihate kulak vermemesi geleceği için bir kayıp olabilirdi. Neyse ki o kulak vermekle kalmadı, asıl amacın onu içselleştirmek ve gelecek nesillere aktarmak olduğunu da anladı. Artık biliyordu ki; bu öğretileri ancak ufkunu geniş tutup, sınırlarını zorlayarak daha geniş etki alanına aktarabilecek bilgeliğe erişebilirdi.

Hatıralar, hayaller ve deliksiz bir uyku eşliğinde Giresun’u geçtiler. Keşap’a vardıklarında, şoförden Espiye’ye kadar altı yüz rakımlı zorlu bir geçit olan Armelit Dağı’nın onları beklediğini öğrendiler. Birbirlerine anlamsızca bakmalarına sebep olan bu gereksiz bilgiyi neden öğrendiler kimsenin fikri yoktu lakin öğrendiler. Meral, Çorum’a giderken hem havaların iyi hem de babasının yanında olmasından kaynaklı olsa gerek bu geçit detayını hatırlamadı. Karşıya dikkat kesildiğinde ortalığı kaplayan sis eşliğinde tırmanmaya başladıkları ve iki aracın yan yana zor geçiştiği dönemeçlerle dolu manzarayı görünce diğer yol arkadaşları gibi yayıldığı koltuktan usulca toparlandı. Korkmaması için sebepler arıyor lakin bir türlü bulamıyordu. Koltuğun önündeki tutacağı daha sıkı kavrayarak bir yerlerden başlamak istedi. İçinde aynı korkunun ürünü olduğunu düşündüğü bir kaygı resmen göğüs boşluğuna oturmuştu. Şoför ise sanki belli etmemek için rahat görünmeye çabalıyor gibiydi. Rampayı tırmanmaya başlarken kendi kendine “Şoförlerin korkulu rüyası geçit, bekle geliyoruz.” diye dağa rest çekmişti ki sırf bu cümleden bile var olan korkuları ile yüzleşiyor olabileceği sonucu çıkarılabilirdi.

Bir süre tırmandıktan sonra düzlükte tam bir oh çekilmişti ki aracın ön tarafından dumanlar yükselmeye başladı. Şoför durmak için uygun gördüğü yerde sağa çekti ve panikle araçtan indi. Birkaç dakikaya kadar yol ve uçurum arasında yaşanan gelgit heyecanı birden bire yerini dağın başında bozulan araçta mahsur kalma endişesine bırakmıştı.

Kadir Bey kızını karşılamak için öğlen indiği Beşikdüzü’nde köy için alışverişini yapmış Alaattin’in dükkânında hazır beklemeye başlamıştı. Sürekli Meral’i düşünüp ne zaman geleceğini hesaplayarak saate bakmaktan kendini alamıyordu. Düşündükçe zaman iyice geçmek bilmiyordu. Meral’in minibüsten ineceği yer Alaattin’in dükkânına iki sokak mesafeydi. Dayanamayıp gidiyor, on beş yirmi dakika bekledikten sonra tekrar dükkâna gelip oturuyordu. Alaattin O’nu böyle düşünceli göründe dayanamadı.

“Kardeşim bir sakin ol Allah aşkına. Oralarda kar kış çok olduğundan yavaş yavaş geliyordur. Zaten akşamüstüne doğru gelmeyecek mi? Saat daha üç buçuk, bu neyin telaşı? Sabret gözünü seveyim. Bir çay daha söylüyorum hadi otur.”

“Yok, söyleme Alaattin, içim dışım çay oldu. Tamam, işte sen de söyledin kar kış olduğu için telaş ediyorum. İnşallah kazasız belasız bir an önce gelseler.”

“Okul onları alelade şoförler ile göndermez. Eminim işi bilen usta bir şofördür. Kendine lüzumsuz vesvese yapıyorsun.”

“Elimde değil, biliyorsun ilk kez bu kadar ayrı kaldık. Okul sağ olsun hepsini tek tek memleketlerine bırakıyor yoksa ben gidip alacaktım. Biraz da onun için merak ediyorum, tek başına ilk yolculuğu olacak.”

“Onca ay geçti kardeşim, Meral şimdi oraların kurdu olmuştur. Artık alışsan fena olmaz. Bundan sonra hep kendi gidip gelecek.”

Alaattin Bey’in rahatlatmaya dönük pozitif sözleri Kadir Bey’de her zaman işe yarıyordu. Bu kez biraz zorlanmış olsa da en azından saate bakma ve yola gidip gelme aralığı süre olarak uzadı.

E-kitabın bu bölüm için devamı, basılı kitap sözleşmesi gereği kaldırılmıştır. Türkiye’nin önde gelen seçkin dijital kitabevlerinden satın alarak devam etmek için ana sayfada bulunan “Kitap Satış” linkine tıklayabilirsiniz.