Dört ay sonra…

Üçüncü sınıf, ikinci dönem başları.

22 Şubat 1975, Cumartesi, Çorum.

İki haftalık şubat tatili bitmiş, okuldaki ilk hafta anlaşılamayan bir hızla geçmişti. Bu hız belki de yatılı okul maratonunun girilen son turunun da çabuk geçeceğin sinyaliydi. Yaşayacakları son bir dönem, yani yaklaşık dört ayları kalmıştı.

Çorum’da doğu illerindeki kara kışı aratmayacak bir soğuk hâkimdi. Gece yağan kar ve sonrasındaki ayaz, gündüzün de olağandan soğuk olmasına neden oluyordu. Bu nedenle talebelerin çoğunluğu hafta sonunu içeride televizyon salonunda; kalanlar kütüphane, okuma salonu, satranç ve masa tenisi alanlarında geçiriyordu. Oyunlarda sırada bekleyenler uzun kuyruklar oluşturmuştu. Tüm bu kalabalıktan uzak olmak isteyen üç numaralı yatakhane sakinleri ise, sıcacık ve sessiz bir ortamda ranzalarındaki rahat köşelerinde miskinlik yapmayı tercih etmişlerdi.

Gülizar yatağına yüzüstü uzanmış, her iki ayağını ileri geri hareket ettirerek kitap okuyor gibi görünse de aslında yeni mevzuların fitilini ateşlemenin planını yapıyordu:

“Ya kızlar onu bunu bırakın da şaka maka, dört ay sonra mezun oluyoruz. İnanılır gibi değil. İki buçuk yıl nasıl, ne ara geçti?” Hemen karşı ranzanın üst katında, yan yatar vaziyette sol elini kafasına destek yaparken, sağ eliyle pazartesi bitmesi gereken ödevini yapan Fatma, yeni bir konu açılmasını iple çekiyormuş gibi hemen cevap verdi:

“Evet, nasıl geçti ben de anlamadım. Bu arada hepimiz bu yıl on sekiz yaşımızı dolduruyoruz arkadaşlar. Sanki on beş sene çocuktuk, burada son üç senede büyüdük gibi hissediyorum. Sizde de aynı mı?” Cemile, Fatma’nın anlam yüklü bu düşüncesine kayıtsız kalamadı:

“Evet, aynı. Biliyorsunuz benim de özellikle yaşadığım bazı hadiseler aklımı başıma almama ve belki de daha hızlı büyümeme neden oldu. Karşılıksız sevgi, fedakârlık gibi daha önce hiç farkında olmadığım kavramların var olduğunu öğrendiğimde artık çocuk olmadığımı anladım.” Gülşah gülümsedi ve yatağından kalkıp Cemile’nin yanına oturarak elini omzuna attı:

“Karşılıksız sevgi ve fedakârlık derken, başından beri yanından bir an olsun ayrılmayan, hep arkanda duran kardeşin Gülşah’ı kastediyorsun değil mi?” Cemile, “Bundan kuşkun mu var kuzum? Senin yerin bende hep ayrı kalacak.” dedikten sonra Meral’e dönerek devam etti:

“Lakin sonradan tanıdığım için çok şanslı olduğum dostlarım sayesinde şu an buradayım ve hâlâ senin yanındayım.” Gülizar, Cemile’nin aynı anda yiğide hakkını vermek isterken, Gülşah’ı da kırmamak için açıklama yapmak zorunda kaldığını görünce dayanamadı ve konuyu değiştirmek istedi:

“Derin konulara girmeyelim hadi. Şimdi biz büyüdük, özgürüz ve istediğimizi yapabiliyor muyuz? Siz ondan bahsedin.”

“Gülizar aklından ne geçiyorsa tekrar düşün. Zira on sekiz yaşını doldursan da istediğin her şeyi yapamazsın üzgünüm. Misal, henüz rey kullanacak yaşta bile değilsin. Dört yıl daha beklemen gerek.” 

 “Aman canım ben siyasetten anlamam zaten. Hem o işler de karışık boş ver, rey mey kullanmayalım biz.”

Cemile’nin Gülşah ile biraz önceki sohbetinde taraf olmak istemeyen Meral, konunun değiştiğini görünce alt ranzadan kafasını çıkarıp yukarı Gülizar’a seslendi:

“Neden öyle düşünüyorsun ki? On sekiz yaşındasın ve birkaç ay sonra belki de devletin için çalışmaya başlayacaksın. Hizmet verdiğin ve belki de çok faydalı bir ferdi olduğun sistemde seçme hakkının olmaması çok garip değil mi?” Cemile araya girdi:

“Meral düşüncene katılıyorum. Yirmi iki nedir Allah aşkına? O yaşa kadar biz bir hiç miyiz yoksa? Görmezden geliniyoruz. Umarım kısa sürede bu yanlıştan dönülür.”

“İnşallah. Seçilme yaşına ne diyeceksin? Otuz. Gençlere neden güvenmediklerini anlamıyorum. O taptaze zihinlerden belki de hızla müreffeh bir ülke olmamızı sağlayacak nice fikirler çıkacak.”

“Pek tabii neden olmasın? Örneğin ben başbakan olsam seni hemen sağlık bakanı yapardım.”

Gülizar konunun değişmesini sağlamıştı lakin yeni konu ile ilgili Meral’in sorusuna cevap vermek yerine çekimser kalmayı tercih etti. Emel yüz ifadesinden Gülizar’ın bu durumunu anladı. Biraz gergin bir ses tonu ve sıkılmış bir vücut dili ile bu kez o araya girerek Cemile’nin sözünü kesti:

“Meral, Cemile bırakın kuzum siyaset konuşmayı. Başka konu mu yok?” Mualla devam etti:

“Evet, Emel haklı kızlar. On sekiz yaşını bitirmemizden seçme ve seçilme koşullarını eleştirmeye nasıl geçtiniz yahu?” Cemile cevap verdi:

“Ya size de mevzu dayanmıyor vallahi. Hayatımın olumlu anlamda değişmesinden bahsediyordum, ‘Bırakın bunlar derin konular.’ diye Gülizar kesti. Tamam, daha ciddi konulardan, örneğin demokratik haklarımızdan bahsedelim diyoruz, bu sefer ‘Bırakın siyaset konuşmayı.’ diye Emel kesiyor. Hem biz bir yandan da latife yapıyoruz kardeşim. Tam kabineyi kurup, size de birer bakanlık vermek üzereydim. Pekâlâ, o halde siz nasıl isterseniz öyle konuşalım.” Gülizar’a söz hakkı doğdu:

“Cemile ben neden derin konular dedim? Senin için olabilir mi? Anlaşılamamışım demek ki. O anı tekrar bir düşün istersen.”

 “Anlamaz olur muyum kuzu? Çok iyi anladım. Pekâlâ, senin ‘Şimdi biz büyüdük, özgürüz ve istediğimizi yapabiliyor muyuz?’ soruna sıfırdan cevap veriyorum. Gülizar tamam özgürsün artık istediğin kişi ile evlenebilirsin mesela. Konuştuğun bir çocuk ya da memlekette bekleyenin var mı?”

“Cemile senin kafa ‘Özgürüz, istediğimizi yaparız.’ deyince neden hemen evliliğe çalıştı ki? Aklın fikrin orada mı yoksa?” Bu latife Selda hariç odadaki yedi kişiyi kahkahaya boğmuştu. Ta ki Selda’nın gülmediğini görene kadar bu devam etti. Meral ayağa kalkıp Selda’nın ranzasına yaklaştı, yatağının köşesine oturdu ve elini tuttu:

“Neyin var Selda? Yüzünden düşen bin parça. Canını sıkan bir şey mi oldu?”

“On sekiz yaşımı dolduruyorum. Okul da bitiyor ya. Annem, babamın karşı tarafa; ‘Okulu bitsin, on sekiz yaşından sonra meslek sahibi de oldu mu sizin işe tekrar bakacağız.’ dediğinden bahsetmişti. Aklıma geldi birden. Hapis korkusundan sonra bu şekilde ikna olmuşlar. Annem, başka çareleri olmadığını düşünerek, ‘En azından okul hayatında rahatsız etmesinler.’ diye teselli buluyor kendince. Sanki ben farklı bir ilde ebe olarak çalışacağım ve onlar da kabul edecek! Bu mümkün mü? ‘Çalışmayacaksın, otur oturduğun yerde.’ diyecekler. Ben on altı değil de on sekiz yaşında evlenmiş olacağım. O halde verdiğimiz bu savaşın ne anlamı var?”

Odanın içi birden buz kesti. Cemile, sorduğu “Memlekette evlenmek için bekleyen biri var mı?” sorusunun, arkadaşında olumsuz etki yaratabileceğini düşünememişti. Bu patavatsız davranışından utandığı her halinden belli oluyordu. Selda’nın yanına gitmeye yeltendi. Meral’in arkadan fark ettirmeden yaptığı eliyle avuç içini göstererek şimdi gelme işaretini görünce bekledi. 

“Canım sen çok daha büyüğünü atlattın unuttun mu? Küçücüktün, savunmasızdın, lakin savaşı kazandın. Okul bitince çok daha güçlü ve donanımlı olacaksın. Olası bir savaştan yine boyun eğmeyerek, galip ayrılacağına eminim. Kendini üzme lütfen.”

Meral yanında oturup elini tuttuğu Selda’ya sarılınca, ortalığı hüzün kaplayan üç numaralı yatakhane sakinleri de yerlerinden kalkıp bu sevgi sarmalında kendilerine yer bulmaya çalıştı.

26 Şubat 1975, Çarşamba, Çorum. (4 gün sonra)

Geçen haftaya göre hava, nispeten yumuşamıştı. Kış güneşi, gölge olmayan açıklıklarda, yakmasa da üşütmüyordu.

Meslek dersi öğretmeni İbrahim Bey son döneme girmiş talebeleri için teknik bilgilerin yanında, yaşanmışlıklarla perçinlediği nasihatlerin payını iyiden iyiye artırmıştı. Bu kitaplarda yazmayan, müfredat dışı öğretileri için “Alan alır, almayanın da yolu açık olsun.” derdi. Ona göre bütünsel bir başarının temeli, teorik ve pratik bilgileri ancak bu müfredat dışı tecrübeler ile doğru harmanlayarak atılabilirdi.

E-kitabın bu bölüm için devamı, basılı kitap sözleşmesi gereği kaldırılmıştır. Türkiye’nin önde gelen seçkin dijital kitabevlerinden satın alarak devam etmek için ana sayfada bulunan “Kitap Satış” linkine tıklayabilirsiniz.